Kadının varlığına katlanamayan zihniyet; elbette onun yazmasına, okumasına, düşünmesine de karşıdır.
"Virginia'nın dikişle arası hiç iyi
değildi. İç çamaşırlarını bile çengelli iğneyle tuttururdu. Ekmek ve pasta
hazırlama, portakal reçeli yapma ve bir sürü basit yemekleri pişirme konusunda
da daha iyi değildi."
Bu cümleler ev işlerinde pek az yeteneği
olan bir kız öğrencinin karnesinden alınma değildir. Bunlar 20. yüzyılın en
büyük kadın yazarlarından biri olan Virginia Woolf hakkında, 1977'de yayınlanan
bir biyografiden alınan cümlelerdir. Marcel Proust ve James Joyce gibi
çağdaşlarının dikiş, yemek ve pasta pişirme becerisi üzerine eleştirmenler ve
biyograficiler şimdiye kadar kafa patlatmamışlardır. Fakat Virginia Woolf
bugüne kadar bu ölçütlere göre değerlendirilegelmiştir. Ve kendisi edebi
saygınlığına rağmen, zaman zaman "Kadın olarak eksikliğinin" acısını
duymuştur.
Bunun yanı sıra, Ginia Stephen daha
çocukluğunda kesin kararını vermiştir. Tek isteği yazar olmaktır. Bu arzusu da
kendisine hiç garip gelmez. Baba evinde -babası Leslie Stephen deneme yazan,
yayımcı, biyograf ve tarihçidir- daha küçük bir kızken ünlü çağdaş yazarları
tanır: Alfred Lord Tennyson, Henry James, Thomas Hardy. Ginia Stephen ve
kardeşleri için bu isimler yalnızca uzaktan izlenen ünlüler değildir.
Daha sonraları şairlerin kendisi için
birer "Tanrı" değil, senin benim gibi konuşan insanlar olduğunu
keyifle anlatacaktır: "Tennyson örneğin, bana Tuzu ver' ya da Tereyağı
için teşekkür ederim' derdi hep."
Büyük, canlı bir aile içinde korunan,
güven içinde her türlü ihtiyacı karşılanan bir çocuk her şeye rağmen neden
yalnızlık çeksin ki? Yedi kardeşinin dördü, anne ve babasının daha önceki
evliliklerindendir. Kendisinden on iki ve on dört yaş büyük olan üvey
ağabeyleri Gerald ve George, dışarıdan terbiyeli görünen delikanlılardır. Aile
içinde gerçekten neler olduğunu ise Virginia Woolf yıllar sonra itiraf etmeye
cesaret bulur.
"Daha küçücükken, bir defasında
Gerald beni ayağa kaldırıp vücudumu ellemeye başladı. Elini elbisemin altından
içeri sokup gittikçe daha derinlere ittiğinde hissettiklerimi hâlâ hatırlarım.
Kasıldım, bir an önce beni bırakmasını umarken, eli cinsel organlarıma yaklaştı
fakat orada durmadı. Cinsel organlarımı da elledi. İrkilip onu ittiğimi
hatırlıyorum; bu boğuk ve karmaşık duygular için söylenecek doğru söz nedir?
Herhalde çok kuvvetli bir duygu olmalı ki hâlâ hafızamdan çıkmıyor."
Virginia Woolf bunu neredeyse altmışında
yazmıştır. Çocuk olarak kime güvenebilirdi? Niçin annesine gitmedi? Canlı,
neşeli, dengeli biri olarak tanınan Julia Stepnen gerçi bu büyük ailenin odak
noktasıydı, fakat öyle her şeyi düzenli ve kontrol altında tutmak zorunda olan
bir kadın, yedi-sekiz yaşındaki bir çocuk için özel bir kişiden çok, herhalde
bir kurum gibi bir şey olmalıydı.
"Çocukluğumun odak noktasında
neşeyle dönen, insanlarla kaynayan, eğlenceli bir dünyanın yaratıcısı"
olarak görür annesini, geriye baktığında.
Stephen ailesi yaz aylarını daima
Cornwall'da geçirir. Çocuklar kriket oynar, kayalara, ağaçlara tırmanırlar.
Virginia ve üç yaş büyük ablası Vanessa'nın erkek kardeşleri gibi üstlerine
başlarına dikkat etmeden azmalarına aldırılmaz. Londra'daki evlerinde Stephen
ailesinin çocukları kendilerine özgü bir Ev gazetesi çıkarırlar. Tabii
geleceğin yazarı Virginia işin öncüsüdür. On yaşındayken uzun makaleler yazar
ve büyüklerin ilk yazı denemelerini nasıl bulduklarını izler. Babasının büyük
kitaplığı kız, erkek, tüm çocuklara açıktır. Fakat okula sadece Stephen
ailesinin erkek çocukları gidebilir.
Thoby (Virginia'dan iki yaş büyük) ve
Adrian (bir yaş küçük) "dışarı" çıkabilirler. Daha sonraları
Cambridge'de öğrenim göreceklerdir. Virgina ve Vanessa evde kalır ve orada
eğitilirler. Hatta öylesine eğitilirler ki, yeğeni ve biyograf Ouentin Bell,
"Virginia Woolf hayatı boyunca hep (sıkıntıdan) parmaklarını
saymıştır," diye yazar. Eğitim ve bilgi erkek işidir. Kadınlar bu akıllı
er kekleri itaatle dinlemek ve onları pohpohlamak için vardır. Bir sürü
ayrıcalıktan yararlanmalarına rağmen bu temel ilke Stephen'ın kızları için de
geçerlidir. Virginia genç bir kadıh olarak yetiştirilmesi gereken ve çaresizce
direndiği bu zamanı "yedi mutsuz yıl" olarak adlandırır.
Annesi öldüğünde on üç yaşındadır. O yaz
Virginia ağır bir sinir hastalığına tutulur. Korkunç sesler duymakta,
insanlardan korkmaktadır. Sokağa çıkmaya cesaret edemez. Kesin istirahat ve bol
süt içmesini önerir ev doktoru ve çok duyarlı genç hastasına her türlü dersi
yasaklar. Virginia'nın kendisini toparlaması uzun zaman alır. Sonraki mutsuz
yıllarını, yetişkin biri olarak etraflıca anlatmıştır.
Kendisine ve kız kardeşi Vanessa'ya görgü
kuraları öğretilmeye başlanmıştır artık. Hoplayıp zıpladıkları, hayal
kurdukları, her şeye boş verdikleri dönem tamamen sona ermiştir. Kızlar toplum
içine girmek zorundadır. Üvey ağabey George bu görevi severek üstlenir. Genç
kızlar sadece öğleden önceleri bu Viktorya tarzı baskıdan -birkaç saatliğine-
kurtulur; ressam olmak isteyen Vanessa resim dersine gittiğinde ve Virgina eve
gelen öğretmenden Yunanca dersi alırken. Fakat George, babasının da onayıyla,
elbiselerin ve saç tuvaletinin resim ve Yunancadan daha önemli olduğuna
hükmetmiştir.
Bir keresinde, o sırada hoşuna gittiği
için bir mefruşat dükkânından ucuz yeşil bir döşemelik kumaş satın alıp bundan
bir gece elbisesi diktirdiğinde, George misafirlerin önünde Virginia'ya
"Yukarı çık ve parçala onu!" diye bağırarak haddini bildirir. Yıllar
sonra, gene bir depresyon geçirdiğinde güncesine şunları yazacaktır Virginia:
"Başarısız. Evet bunu anladım. Başarısız. Başarısız. Ah, yeşil renge olan
tutkuma nasıl da güldüler!" Tabii bu "yeşil renk" ile gençliğin
anısı arasında bir bağ olup olmadığı belirlenememiştir.
Gerçekse, çocukken açık, uyanık ve
bilinçli olan Virginia'nın, genç kız olarak kendisini ilk kez
"başarısız" hissetmesidir. Hayatında sık sık ortaya çıkan kriz
durumlarında, her defasında kendisi için bu sözü kullanır:
"Başarısız".
Hayal kırıklığına uğrar. Toplumsal
kurallara uyamaz. Salon sohbetleri ve ipek giysiler tiksindirir onu. Bir balo
sırasında dans etmek yerine bir kitapla karanlık bir köşeye çekilir. Kendisine
tanıştırılan genç erkekler onu hiç ilgilendirmez.
1904'te babasının ölümünden sonra ikinci
bir sinir krizi geçirir. Kuşların Yunanca koro halinde ötüşlerini, Kral
Edward'ın açelya çiçekleri içinde müstehcen şeyler fısıldadığını duyar.
Virginia'nın gerçek yaşama dönmesi uzun zaman alır. Vanessa ve kardeşleri Thoby
ve Adrian ile birlikte yirmi iki yaşındayken Londra'nın Bloomsbury semtindeki
bir eve taşınır. Virginia için bu değişiklik ve yer değiştirme bir çıkış, bir
kaçıştır, "Resim yapmaya, yazmaya, akşamları saat dokuzda çay yerine kahve
içmeye kararlıydık. Her şey yeni, her şey başka olmak zorundaydı. Her şey
denendi."
Katı toplumsal kuralları ile George ve
Gerald, babalarının ölümünden sora kendilerinden küçük üvey kız kardeşleri
üzerindeki etkilerini yitirirler. Onları topluma karşı dikkatli olmaya artık
kimse zorlamamaktadır. Miras olarak çok para kaldığı için şanslıdırlar. Katı
kurallara bağlı olmadan geceler boyu birlikte oturmak, tartışmak, sanat,
edebiyat, din ve aşk üzerine konuşmak.
Virginia Stephen'ın tüm bu gizli arzuları
Bloomsbury'de yerine gelir. Hukuk okuyan erkek kardeşleri Thoby ve Adrian eve
erkek arkadaşlarını getirirler. Ressam, eleştirmen, yazar, felsefeciler
Stephen'larda toplanırlar. Böylece Birinci Dünya Savaşı'ndan önce
"Bloomsbury" grubu oluşur. Bundan sonraki on yıl içinde Londra'nın
entelektüel yaşamını belirleyecek olan arkadaş grubudur bu.
Geceler boyu süren tartışmalardan çıkan
sonuca göre ortak arzuları "yaşamın, görüntülerin altındaki derinlerine
inmektir". Katıldığı bu sohbetler Virginia'yı ilerideki yazarlık hayatı
bakımından önemli ölçüde etkiler. Üniversite öğrenimi kendilerine kapalı olan
Virginia ve Vanessa, ilk kez mantıklarını kullanabilir ve artık yalnızca
güzellikleriyle parlamak zorunda değildirler.
Vanessa 1907'de "Bloomsbury"
grubundan bir arkadaşı olan Clive Bell ile evlenir. Virginia, Vanessa'nın
kocasının şahsında yazarlık çalışmaları için samimi ve ciddi bir eleştirmen
bulur. Fakat yeniden "başarısızlık" duyguları ortaya çıkmıştır.
"29 yaşında hâlâ evlenmemiş bir
'başarısız'. Çocuğu da yok üstüne üstlük, ruhen hasta ve yazar falan da
değil," diye yazar bir depresyon anında Vanessa'ya. Yeniden bir dinlenme
kürü verilir kendisine. İlk romanı Voyage Out (Dışarıya Seyahat) yayınlandığında
otuz üç yaşındadır. Eleştirmenler kitabını över, zeki, kurnaz ve yaşam hırsıyla
dolu bulurlar. Fakat ancak üçüncü romanı Jacob's Room (1922) ile anlatım
tekniğinin nelere yol açacağı ve kendisinin "romanı ıslah" etmekte
iddialı olduğu anlaşılır.
Klasik romanın beslendiği dış olaylar
onda odak noktası değildir. İç dünyayı anlatan yeni bir biçim arar. Onun için
önemli olan, yazarak kendisini yerine koyduğu insanın bilinçaltı süreçlerine
girmektir. Dış olayları izleyerek değil, insanın içindeki ritmi izleyerek
yazar.
Picasso ve Matisse'in sanatseverleri son
derece kızdırdıkları bir dönemde kahkaha ve öfke yaratmaya çalışır.
"Bloomsbury" dostlarından, sürüden ayrılanın başına neler geleceğini
bilmektedir. Buna rağmen "süslü püslü romanlara, aptalca biyografilere ve
geveze eleştirmenlere" azimle veriştirir. Unutmamak gerek: Daha ünlü
değildir, bu tür fikirlerle topluluk önüne çıkan bir kadındır. Edebiyat
anlayışından uzaklaştığı için alay ve aşağılanma ile karşılaşacağını
bilmektedir.
"Jacob hakkında ne söyleyecekler
şimdi?" der Jacob's Room'u bitirdikten sonra günlüğünde. "Delilik,
diyecekler herhalde; iç bütünlüğü olmayan bir rapsodi, ne bileyim." Yazar
olarak benimsenmez ama en yüksek düzeyde tanınır. "Akıp giden yaşantıların
yazarı" adını alır -ya da adından hiç söz edilmez. Ne zaman yeni bir
taslağı bilirse ve yayınlatsa, her defasında korkuları daha da artar. Edebi
deneylere cesaret etmesi,
Virginia Woolf'u durmadan çıldırma
raddesine getirir. Bu koşulları bir yana itip kendisinin doğru bulduğu yolu
izlemeye devam eder. Peki böyle bir kadın kendisini niçin durmadan başarısız
hisseder, en azından hayatının belli anlarında? Otuz yaşındaki Virgina, yine
Bloomsbury çevresinden yazar Leonard Woolf ile evlenir. "Beni bedensel
olarak etkilemiyorsun hiç," diye yazmıştır ona evlenmeden önce.
"Fakat beni sevme tarzın tamamen
büyüleyici." Virginia Woolf, bir eş olarak... Leonard Woolf ile evlenmesi
"hayatının en önemli kararıydı," diye yazar biyografi Quentin Bell.
Evliliğinin ilk yıllarında Virginia'nın durumu ideal olmaktan uzaktır. Şimdi
yaşadığı ruhsal bunalım öncekilerin tümünden daha şiddetli ve daha uzun
sürelidir. Nedeni belki de, kocası Leonard'ın birçok doktorla konuştuktan sonra
evliliğin çocuksuz devamına karar vermiş olmasıdır.
Biyograflarının onun hakkında
yazdıklarının hiçbir yerinde kendisinin bu konuya ilişkin bir şey söylediğine
rastlanmaz. Çocukları severdi, diye bahsedilir. Onlara karşı tavrı bambaşkadır.
Mizah gücü ve hayalleri çocukları korkunç şekilde etkilemiş olmalıdır. Bir gün,
küçük bir kızla caddeye yürürken, "Gel, Woolworth mağazasından kocaman bir
silgi alalım ve tüm romanlarımı silelim gitsin!" der.
Kız kardeşi Vanessa'nın çocuklarıyla
birlikteyken, onlarla olmadık oyunlar oynar ve sürprizler yapar. Niçin onun da
çocuk sahibi olmasına izin verilmez? Leonard Woolf eşinin sağlık durumundan
korkmaktadır. Ayrıca, 1973 Ekim'inde The London Times gazetesinde
"dağınıklık ve gürültüleriyle çocuklar onun içindeki tüm romanları
öldürürlerdi," diye yazan Michael Holroyd'unki gibi düşünceler de rol
oynamıştır. Dâhi kadınlar, çocuksuz olur. Bu düşüncede bugüne kadar değişen pek
bir şey yoktur.
Virginia Woolf için hamilelik önemli bir
konuydu. Bunu yaşamadığı için olayı başarısızlık hanesine yazmıştır. Kız
arkadaşı Vita Sackville West hakkında (Vita'nın çocuklar vardı), günlüğüne onun
gerçek bir kadın olduğunu, kendisinin ise asla olamadığını yazar. Virginia
Woolf depresyon geçirir de sinirlerine hâkim olamazsa ne olur? Tedaviye
gönderirler, zaten genç kızken de yaşamıştır bunu. Yaşadığı dönemde sinir
hastası kadınlara uygulanan tedavi şekli: tecrittir. Her türlü beyinsel uğraş
yasaklanır.
Çok yemek ve süt içmek, bir de
"Robin'in hipotosfatını" içmek zorunda kalırlar. Virginia,
Twickenhaın özel kliniğinde bir keresinde böyle bir yatıştırma kürüne maruz
kalmıştır. Yeni evli bir kaçlın olarak tekrar oraya gönderilir. İyileşmemiş
olarak geriye döner. Kocası tekrar gitmesinde ısrar eder. Virginia intihara
kalkışır.
1941 yılında, elli dokuz yaşındayken
hayatına son verdiğinde (suda boğulmuştur), aynı korkuları yaşamıştır.
Ölümünden bir gün önce doktor muayene ettiğinde, "Bana dinlenme kürü
vermeyeceğinize söz verir misiniz?" diye ricada bulunur. Kendisine bu
konuda söz verilir. Herhalde inanmamıştır. Romanlarının birinde yapay bir
tedaviye mahkûm edilmenin kendisi için ne büyük bir acı olduğunu anlatır. Mrs.
Dolloway romanında (1925) doktora, "ölçülü yaşamın Tanrısı," der.
"Yatak istirahatı veriyor; dinlenme
ve yalnız kalma; sessizlik ve dinlenme; dinlenme ve arkadaşlar. Kitapsız,
mektupsuz, altı ay istirahat." Doktoru hakkında sürekli şöyle der:
"Çıplak, savunmasız bitkin insanlar onun isteklerine uyuyorlardı. Doktor
onların üstüne atlıyor, kollarıyla sarıyordu. İnsanları kapalı bir tımarhaneye
gönderiyordu."
Virginia en kötü bunalımlarında bazen tüm
erkeklerden nefret ettiğini haykırırdı. Kocası Leonard'ı da görmek istemediğine
göre (kız kardeşi Vanessa bunu endişeyle belirtmiştir) şu tür korkuların rolü
olmalıydı: Erkekler durmadan onun yaşamına müdahale edip hakkında karar
veriyorlardı. Kendi başına olduğunda ise, yürekli ve macera heveslisiydi.
"Dünyayı, kimsenin aklına
getiremeyeceği kadar emsalsiz, güzel ve komik bulan bir çocuk gibi gülüyordu
Virginia," diye yazar Ouentin Bell ve devam eder: "A Room of One's
Own adlı yapıtında onun konuştuğu duyulur." (Kendine Mahsus Bir Oda) Bu
deneme, yazan bir kadının bağımsızlığı için ilk savunmadır. Virginia Woolf bu
yazısında kendisi için ayrı bir oda isteminde bulunur, "Eğer bir kadın
hayal ürünü şeyler yazmak istiyorsa kendisine ait bir odası ve de parası
olmalıdır."
Jane Austen gibi kadın yazarlar,
kendilerine ait odaları yoksa, yazdıkları taslakları aile fertlerinden,
konuklardan ve evdeki hizmetçilerden saklarlar, yazdıklarını korkuyla bir
kurutma kâğıdına sararlardı. "Kadınlar," der Virginia Woolf,
"milyonlarca yıldan beri evde oturuyorlar. Öyle ki yaratıcı güçlerini
zamanla duvarlar emiyor." Ayrıca kadınların kendi paraları olursa, kin ve
acı sona erecektir diye devam eder Woolf; "erkeklerden nefret etmeme hiç
gerek yok. Erkek bana acı veremez. Hiçbir erkeği okşamama gerek yok. O bana
hiçbir şey veremez."
Bu bağımsızlık, yaratıcı gücü serbest
bırakır. Kadınlar da, Shakespeare gibi bir yazar olabilir, "yeter ki
özgürlüğe alışalım, düşündüğümüzü aynen yazmaya cesaretimiz olsun."
Yorumlar
Yorum Gönder